Öğleden sonra biraz odada dinlenip tekrar yüzmeye gittik. Benim biraz midem bulanıyordu. Denizin tadını en çok Can çıkardı.
Bir de kuma gömdük, çok hoşuna gitti.
Can'ın Türkiye'de kış iken burada yaz olmasına şaşıracağını düşünüyorduk, ama olağan karşıladı. Ben tabi öğreten adam olarak yine de mevsimlerin oluşumunu ayrıntılı olarak anlattım.
Kendimi sık sık Kaan Ertem'in bu karakteri gibi konuşurken yakalıyorum, ama yapacak bir şey yok, çocuğa hayatı öğretmek lazım.
İnşallah Can da içinden o karakterin oğlu gibi konuşmuyordur .
Akşam hamak keyfinden sonra bu sefer lüks bir restorana oturduk.
Ben midem bulandığından meyve suyu içmekle yetindim, Neşe balık yedi, Can biftek filaminyon (toplam 78 real). Balık pek lezzetli değildi, herhalde dondurulmuştu.
(fotoğraf Can'ın makinesinden)
Üstelik bir porsiyon ısmarladığımız halde iki porsiyon getirmişler. Allahtan yiyecek halim yoktu da birini geri gönderdik.
Gece rüyamda Abdullah Gül ile canciğer arkadaşmışız.
Sabah yine kahvaltıdan önce biraz yüzüp geldim. Bugünkü kahvaltıda kek yerine kızarmış muz vardı.
Saat 10 gibi Praia Do Forte’den çıktık, Kuzey’e doğru yola devam ettik.
Elimizdeki harita Bahia eyaletinin sınırına kadar olan yolu ve plajları karikatürize edilmiş şekilde gösteriyor.
Yolumuzun üstünde Massarandupio diye çıplak güneşlenenlerin karikatürleri çizilmiş bir Praia de Naturismo olduğunu görünce her Türk evladının yapacağı gibi yolunun bozuk olmasına aldırmadan tabelayı görünce saptım.
Toprak yoldan 15 kilometre kadar gittikten sonra yolun bittiği yerde arabayı park edip, yürüyüp karşıki tepeyi aşınca gerçekten göz alabildiğine uzanan, kocaman, ıpıssız bir plaja indik. Çıplaklar plajına yakışacak bir lokasyon seçmişler ama ortalıkta hiç kimse olmayınca çıplak da yoktu.
Taa uzaklardan iki atlı geliyordu, yanımıza gelince ellerindeki sopaların ne olduğunu sordum. GSM şebekesinin kapsama alanını kontrol ediyorlarmış.
Kıyıdaki tek çardakta oturup batata frita (pomfrit) söyledik, yanımızdaki sabah buzdolabından çıktığı için hala soğuk olan tropik meyve suyu ile götürdük.
Mayolu olarak biraz dalgalarla oynaştıktan sonra arabaya dönüp tekrar yola çıktık.
Bir dahaki hedefimiz beyaz kumsallarıyla meşhur bir yarımada olan Mangue Seco.
Praia do Forte’den yola çıktığımızda benzinimiz bitmek üzereydi, nasıl olsa buluruz diye üzerinde durmadım, ama 30 km gitmemize karşın hiç benzinliğe rastlamadık. Meğer Praia do
Forte’ye kadar olan yol Salvador’a yakın olduğundan ve sık kullanıldığından benzinci bolmuş, ben de nasıl olsa sık sık benzinci var diye 20 litre 20 litre alıyordum.
Brezilya'da belki de ükenin büyüklüğünden, yollar pek tenha.
Palmiye ormanlarının arasında uzayıp giden yoldan 5 dakikada bir araba geçiyor.
Tabela, işaret hemen hemen yok gibi. Ufak tabelalarda 117, 120 gibi üçer beşer artan bir rakam var ama ne olduğunu ancak Salvador’a dönerken anlayabildim: Salvadordan ne kadar uzaklaştığımızı gösteriyormuş. Ebette bizim konumumuzda son derece geresiz bir bilgi. Bunun yerine önümüzde hangi şehir var, kaç km kaldı gibi bir şey yazsalar çok daha makbule geçerdi.
Neşe'yle neşeyle çıktığımız yolda yakıt lambasının yanmasıyla gerginliğimiz artmaya başladı, radyoyu kapattım.
Yakıt lambası yanık vaziyette 50 kilometre gittikten sonra artık tepelerden inerken kontağı kapatıp el freni ile inmeye başladım. Bir yandan da yanımızdaki bir litre cachasayı depoya koysam işe yarayıp yaramayacğını düşünüyordum. Rom 45 derece, nereden baksan yarı yarıya su içeriyor, bir de motoru bozarsak halimiz iyice harap olacaktı.
Sonradan George'a sordum, çalışabilirdi dedi.
İki üç evlik bir mezradan geçerken Neşe ağlamaklı “Nasıl olsa yolda kalacağız, bari burada duralım da sen benzin aramaya git, ıssız yerde beklemeyelim” dedi
Arabayı parkedip evlerin kapısını çaldım, işaret diliyle benzinci sordum. İşaret diliyle 6 kilometre ilerde olduğunu söylediler. Yine kontağı kapata kapata 6 kilometre daha gittikten sonra sağda benzinliği görünce bayram ettik. Daha önce Ilgaz dağının tepesinde benzer bir gerilimi yaşamıştım, ama gurbette, hele hiç de tekin olmayan bir yerde stres katlanıyor!
Benzincide 50 reallik alkol aldıktan sonra pompacı çocuğa Mangue Seco’yu sorduk, "18 kilometre ilerden sağa girceksiniz" dedi (işaret diliyle). Elimizdeki haritanın sınırlarının dışına çıktığımızdan ve yolda hiç tabela olmadığından tarif üzerine seyahat etmeye başladık.
Benzincinin söylediğine göre gidip 8 km ilerde okunur okunmaz, elle yazılmış tabeladan içeri girdik, 12 km daha gittikten sonra hiç de turistik sayılamayacak, balçık gibi denizin kıyısında bir köye geldik ve yol bitti.
Issız plajda geleceğin Ronaldinho'ları top koşturuyorlardı.
Brezilya'da da çocuklar aynı Türkiye'deki gibi sürekli futbol topu peşindeler.
Uyuklayan köylülerle iletişim kurmaya çalıştık, köyün en entellektüelini uyandırıp getirdiler.
Adam "İspanyolca biliyor musunuz?” dedi
Ben "İngilizce biliyor musunuz?” dedim
Adam "Fransızca?” dedi
Ben “Almanca?” diye sordum
Sonuçta ikimizin de multilingual olduğu ancak çakışan ortak bir dilimiz olmadığını anlayınca bu kez Fransızca katkılı işaret diliyle bize Mangue Seco’nun hemen karşıda 500 metre ilerde görünen beyaz kumlu yer olduğunu, oraya ancak kayıkla geçebileceğimizi, arabayı köylerinde bırakmamız gerektiğini söyledi.
Kayıkla geçiş de 40 realmiş. “Daha neler, yol yok mu oraya” diye işaret ettim
Geldiğimiz 12 km. yi geri gidip Salvador'a doğru geri giderek oraya giden yola girebileceimizi ama yolun kötü olduğunu işaret etti
'Kötü olsun, nasıl olsa araba kiralık' diye düşünerek geri döndük, kavşağa çıktık, Salvador'a doğru gitmeye başladık. 10 kilometre gidip hala benzinciye gelmeyince ben kıllanmaya başladım. Yolda da Aracaju’daki eviniz 15 km yazan (yani tahminen öyle yazan) bir otel tabelası görünce Neşe’ye “Biz kavşaktan yanlış yöne dönmüşüz bak Aracaju’ya 15 kilometre var yazıyor, oraya gidelim bari” dedim. Biraz daha gittikten sonra karşıdan gelen bir traktör görünce arabadan inip kollarımı açarak durdurdum. Çamurlukta oturup sigara içen kaygısız adama traktörün gürültüsü arasında “Aracaju bu tarafta mı?” diye işaret ettim, başını olumlu anlamda salladı.
"Kaç kilometre?" diye sordum (bunu biliyorum, ‘quanto kilometer?’)
"25" dedi
Adama pek güvenmediğimden kulağındaki gürültü kulaklığını çıkarmaya zahmet etmeyen gençten, meraksız şöföre kulaklığını çıkarmasını işaret ederek aynı soruları sordum, o da
“Evet Aracaju gittiğiniz tarafta, evet 25 kilometre” dedi.
Yapacak fazla birşey olmadığından yola devam ettik, bir süre gittikten sonra “Aracaju’daki eviniz 15 km” tabelasını tekrar görünce meali doğru olsa bile 15 km'nin otelin Aracaju’ya mesafesi olduğunu anladık. 25 kilometre dedikleri yerden 40 km daha gittikten sona akşamüstü saat 4 gibi büyük bir şehre geldik.
Yol kenarındaki bir benzinciye girdik, “Burası Aracaju mu?” dedik
Hayır burası Estancia’ymış, Aracaju daha 75 kilometre ilerdeymiş!
Yıkıldık. Sabahtan beri aç duruyorduk, benzincinin restoranının önündeki mangalda pişen et parçalarından gözüme kestirdiklerimi işaret etim, bir de litrelik kola açtırdık, biraz aklımız başımıza geldi.
İki saat sonra hava kararacağından ve yarından sonra da dönüşe geçeceğimizden yol yakınken geri dönmenin daha hayırlı olacağına karar verdik, bir U dönüşü ile tekrar Salvador yönüne döndük.
30 kilometre gittik, geçtiğimiz yerler hiç tanıdık değil, bir bizon çiftliği vardı onu görmedik falan derken yol kıyısında hindistan cevizi satan bir adama sordum.
Bu sefer de Estancia girişindeki hiç tabela içermeyen kavşağı atladığımızdan Salvador’a giden, demin geldiğimiz sahil yolu yerine içerden giden devlet yoluna girmişiz.
Bir U dönüşü daha; olay artık sinirlenme sınırını aştığından, 'belki de bizi böyle sarhoş gibi davranmaya iten arabanın alkolle çalışması ya da Bob Marley' dedik , Buffalo Soldier şarkısını sonuna kadar kökleyip üçümüz birlikte bağırara bağıra eşlik ederek Estancia’ya döndük,
kaçırdığımız kavşaktan girdik, 30 kilometre sonra sabahtan beri aradığımız Mangue Seco’ya giden yolu bulduk.
Sabah görmememiz normalmiş çünkü daracık bir toprak yol ve elle yazılmış ufak tabela sadece Salvador yönüne giderken görünüyormuş.
Bir kaç kilometre önce kontrol noktasındaki polise yolu tekrar sorduğumuzda arabaya bakıp "Bu arabayla oraya gidemezsiniz” dediğinden inat etmedik, Mangue Seco’yu bundan sonraki hayatımızda ‘ulaşılamayan yer’ anlamında kullanmaya karar vererek Salvador yönüne devam ettik. Hava iyice kararmaya yüz tuttuğundan önümüzdeki ilk köy olan Costa Azul yoluna girdik. 12 kilometrelik tozlu yoldan sonra deniz kıyısındaki 30-40 hanelik köye vardığımızda hava kararmıştı. Alah’tan köyün tek oteli açıkmış.
Açık koridora açılan pencerelerinde cam yerine ahşap kepenk olan, karyolası betonerme oteli yaşlı bir çift işletiyormuş, ve yes-no kadar İngilizceleri yokmuş.
60 istediler, üç aşağı beş yukarı kahvaltı dahil 45 reale anlaştık.
Çantaları odaya bıraktıktan sonra sahildeki köyün tek restoranına gittik, bizden başka müşteri yoktu.
Patates kızartması ve bira ile akşam yemeğini halletik.
Can restoranı işleten kadının kızı ile hemen arkadaş oldu.
Kız da pek arkadaş canlısıymış, Can’a sarılıp sarılıp öptükçe Neşe’ni suratı asıldı.
“Hayırdır karıcım?” dedim
Sinirle “Şu kıza bak, oğlumun içine düşecek nerdeyse” dedi
“Pes” dedim, “senin kayınvalideliğinden korkulur!”
Issız köy sokaklarından el feneri ile geçip odaya geldik, Neşe yattı, biz Can'la sıcaktan uyuyamadık, koridorda sohbet ettik.
Can'dan keni çocuğunu bu yaşlarda yurtdışına götüreceği konusunda söz aldım. Belki böyle bir aile geleneği oluşur.
Sabah panjurların arasından sızan ışıkla uyandım.
Sahile gittim, deniz çok dalgalıydı, yüzmeden geri döndüm.
Köyün üç beş genci dışında sahilde kimse yoktu.
Balıktan dönen köylüler teknelerini (Bunlara tekne denebilir mi bilemiyorum: İki kalasın birbirine bağlanmasıyla yapılmış bir sal, üstünde uzun bir dala bağlı yırtık pırtık yelken, bir de oturmak için çakılmış bir tahta parçası! Benim ayağımı sokmaya çekindiğim sert dalgalı okyanusa bununla açılıp, balık tutup, bir de geri dönmeleri inanılmaz) kıyıya çekiyorlardı.
Otele vardığımda yaşlı kadının kahvaltı sofrasını hazıradığını görünce sevindim, zira akşam ben kahvaltı dahil anlamıştım ama onların ne anladığından emin değildim.
Kadının adı Delilah kocasının adı Muassilmiş, İtalyan kökenliymişler, çocukları da Suudi Arabistanda çalışıyormuş. Taze meyve suyu, kahve, süt, peynir, jambon ve bir kavanoz bisküvitle kahvaltı ettikten sonra Salvador’a doğru yola çıktık.
'Tekrar Praia do Forte de mi kalsak, orası iyiydi' diye düşünürken daha önce atladığımız İmbassai adlı köye girdik. Hem toprak sokaklarıyla falan bayağı bir köy, hem de turistik aktivite, restoran, hediyelikçi falan var, çok hoşumuza gitti.
Köyün içinden bir dere geçiyor, derenin ucu 500 metre ilerde denize kavuşuyor ve aynı İztuzu plajındaki gibi iki yanında da yüzülebilen ince uzun bir yarımada oluşturuyor.
Köyün merkezinde havuzlu güzel bir otel bulduk, sahibi havuz başındaki lüks odaya 70 real dedi, ekstra yatak için de para istemedi, anlaştık yerleştik, kendimizi havuza attık.
Can biraz da kazanacağı hakların gazıyla ilk defa burada simitsiz yüzmeyi başardı.
Kısa kenar bir , uzun kenar 2 hak derken bir anda 15 hak biriktirdi.
Öğleden sonra yürüyerek İztuzu muadili plaja gittik. Köyden plaja 1 real karşılığı turistik sallarla da gitmek mümkün.
Tatlı suya bakan sakin tarafta 7-8 baraka masaları şezlongları suyun içine atmışlar, deniz tarafında hava sert olduğundan herkes bu tarafta bira içiyor, tıkınıyor.
Biz de İngilizce konuşan garsonu olan birine oturuk, bira ve kızarmış papalina söyledik.
Garson Çagu çok efendi bir çocuktu, bas çalıyormuş, yazları burada çalışıp ayda 400 real kazanıyormuş. Maaş yokmuş da bütün restoranlarda hesaba düzenli olarak eklenen %10 garsoniyeleri alıyorlarmış.
Kışın özellikle Temmuz Ağustos aylarında her yer kapalıymış, çünkü çok feci fırtına oluyormuş.
Sığ, tatlı suda Can yine oynayacak zenci bir kız buldu, yüzme denemeleri yaptı.
Biz de kıyıda ayaklar suyun içinde biraları devirdik.
NovoSchin’in siyah birasını ilk kez burada gördüm, küçük bir kutu söyledim.
Çagu "Pek ağız tadınıza uymaz efendim” diye uyardıysa da ısrarla istedim. Pek tatlıymış, beğenmedim, bıraktım. Efendi garson Çagu yine de "Beğenmediyseniz ödemek zorunda değilsiniz” dedi
Pljda bizden başka yabancı yoktu. Suda sohbet ettiğimiz yan masadaki komşular Rio de Jenerio’dan arabayla gelmişler, yol 18 saat sürüyormuş, Sao Paolo’da mola verip gece yatmışlar.
Oysa ki haritada ikisinin arası İzmir-Balıkesir kadar görünüyor. Biz de bu görünüme aldanıp ilk biletleri aldığımızda 'herhalde otobüsle 2-3 saatlik mesafe, Rio'ya da gidelim' diye düşünmüş ancak biraz okuyup da otobüsle 24 saat sürdüğünü ve otobüs biletlerinin bir servete mal olduğunu öğrenince vaz geçmiştik.
İç hat uçuşları saat olarak makul olmakla beraber onlar da çok pahalıydı (kişi başı 300 dolar gibi fiyatlar vardı).

Brezilya’ya gelirken nereyi görmek istiyorsan oraya gitmek lazımmış, iç hatlarda aktarma yaparım düşüncesi yanlışmış; en azından biz öyle ucuz bir bilet bulamadık.
Herkes Rio’nun da çok güzel olduğunu, ama Salvador’a göre daha büyük ve tehlikeli olduğunu söyledi. Aradaki Sao Paolo ise pek güzel bir şehir değilmiş. (En önemli özelliği 29 Mart’tan sonra THY nin direk uçtuğu destinasyonların arasına katılması.)
Ben biraz da yarımadanın öbür yanına geçtim, (ölçüleri İztuzu’ndan bile küçük).
Hava bu tarafta rüzgarlı olduğundan denizde dalgalarla oynayan bir çift dışında pek kimse yoktu.
Tekrar geri döndüm, masaları dolaşan bir ressamı izledim.
Kendine çok güvenli bir havası vardı ama çizdikleri ilkokul öğrencisinden halliceydi.
Eğer bu çizdiği resimler karşılığında; miktarı önemli değil, para alabiliyorsa büyük başarı.
Güneş batana dek suya ve biraya doyduk, restoranlarda kalan son müşterilerle birlikte biz de kalktık, son tekneye atladık.
Tekneleri Venedik'teki gondollar gibi sırıkla ittirerek sürüyorlar.
Tekne arkadaşlarımız Türk olduğumuzu öğrenince hemen Fenerbahçeee, Alex de Souza, dediler (erkekler).
Roberto Carlos neyse de, ben Alex’i bilmelerine şaştım.
Brezilya gibi her ülkede topçusu olan bir memlekette sanki hiç tanınmayan biriymiş gibi geliyordu bizim Cuma (saçları uzatıca Cuma’ya benziyor)
Hava kararmaya başladığından gündüz gözüyle köyün meydanına çıkıp restoran aramaya başladık.
Imbassai’yi çok beğendik, kırmızı toprak yolları, tek katlı binalarıyla sanki Hindistan ya da Afrika’da bir köyü andırıyor.
Köy möy diyorum ama çok prensipliler: Restoranların, bahçelerin kapısını bir değnekle kapatmışlar, 18 de açacaklarmış, girelim yemek çıkana kadar bir şey içelim yokmuş.

Güzel bir lokal restoranda karar kıldık, odaya dönüp duş aldıktan sonra saati doldurduk. Yemek olarak hem tadı güzel olduğundan, hem de pek başka birşey olmadığından elbette ki yine moqueca söyledik, bu sefer ahtapotlu (polvo).
Yemek 36, batata frita 8, bira, meye suları, hindistancevizli dondurma derken 56 real (20 euro) hesap ödedik.
Köyün dükkanlarını biraz dolaştık. Bakkalda, köyde yapılmış, boş şişelere doldurulmuş çeşitli meyve likörleri vardı. Etiket de standart basılmış, hangi meyvenin yanına çentik koyulmuşsa onun likörü. Ben bir şişe Mangaba likörü aldım, (1 euro), votkalı meyve suyu gibi bir şeymiş, hemen içtim bitti.
Odada otelciden buz alıp caipirinha hazırlayıp hamak keyfi yaparak geceyi sonlandırdık.
Sabah yine havuz ve kahvaltıdan sonra arabayı 12 de teslim edeceğimiz için 10’da yola çıktık. Yoldaki kilometre tabelaları bu kez Salvador’a kaç kilometre kaldığını gösterdiğinden işe yaradı, ama gösterdiği rakam şehrin dış sınırına olan mesafeymiş.
Ben hesabımı tabelalara göre yaptığımdan şehir girişinde 5 reallik daha alkol almak zorunda kaldım.
Salvador’a girişte sahil yolunun başını kaçırdığımızdan otobana girmek zorunda kaldık. Hiç bilmediğimiz bir şehirde 120 ile giden arabaların ve sağımızdan solumuzdan vızır vızır geçen motosikletlerin arasında çıkacağımız yolu bulmak için epey panik yaşadık, çünkü otobandan çıkışlar bizdeki gibi sadece sağdan değil her iki taraftandı.
Yolun ortasından giderken, tabelaları okumaya çalışıp, motosikletlere çarpmadan sağa ya da sola yanaşmaya çalışmak sırtımdan soğuk terler akıttı.
En sonunda elimizdeki haritadan tanıdık bir çıkış bulup sağ salim evi bulduk, arabayı evin altına parkettik.
Evde sadece hizmetçi kız vardı, hiç İngilizce bilmediğinden Lucia’ların nerede olduğunu öğrenemedik. Yemek yedik, internete girdik.
Kardeşimin yazdığına göre Skyturk ’teki bir programda Sandaletliseyahat’i tanıtmışlar, internet sitesine baktım bişey göremedim.
Arabayı almaya gelecek elemanı bekledik. Yine geç , saat 2 de geldi.
Arabayı teslim edince omuzlarımdan bir yük kalktı.
Hemen dışarı çıktık, şehir merkezinde içinde şişman heykeller bulunan yapay bir göl varmış, Neşe görmeye heves ediyordu, otobüsle oraya gittik. Hiç bir numara yokmuş, sağından solundan trafik akan yapay bir göl.
Yüzmeye doyamadığımızdan plaja gidelim dedik, artık otobüs beklemeyip taksiye bindik.
Taksi şöförü üniversite öğrencisine benzeyen pek temiz bir çocuktu, ön koltukta da kalın bir roman vardı. Adını sordum, orjinali Book Thief’miş, sonradan internetten öğrendiğime göre Nazi döneminde geçen bir best sellermış.

Şöföre daha önce gittiğimiz Barra plajına ancak bu kez fenerin sağ tarafına Porto de Barra’ya (Couchsurfing aracılığıyla bizi davet eden, ancak refüze ettiğimiz üçüncü evin bulunduğu plaja) gitmek istediğimizi söyledik.
Ben de şehir içindeki bu plajlar neden bu kadar tenha diye düşünüyordum: Meğer bütün millet buradaymış!
Biz de hemen sahile indik, buradaki şezlongcular da diğer boş plajlara göre daha cabbar, arkadaki şezlonglar ucuz, öndekiler daha pahalıymış.
Sıkı pazarlıkla 4 real'e en önden şezlong ve şemsiye kiraladıktan sonra caipirinha'ları ısmarladık, etrafı seyre daldık.
Plajdaki kalabalığın çoğunluğunu gençler oluşturuyor.
Belli ki grupları da var, ayaküstü flörtler, akşam planları yapıldığı hemen anlaşılıyor.
Kız erkek herkes futbol oynuyor, ayrıca tahta raketle oynanan tenis gibi şey de Brezilya'da çok popüler.
Bu gece son gecemiz olduğundan neredeyse hava kararana kadar plajda kaldık. Güneşi yine ilk günkü gibi Barra Fenerinde batırdıktan sonra eve döndük.
George ve Lucia'yı grand tuvalet giyinmiş bulduk, resmi bir davete gidiyorlarmış.
Evde yemek yedikten sonra Can'ı hizmetçi kız, ağzı var dili yok Olivia'ya emanet edip yakındaki bir süpermarkete gittik.
Kendimizce Brezilya'dan götürülmesi gerekenleri toparladık . Elbette bol bol rom, (Romu 33o mllik teneke kutulara koymuşlar, çok pratik!) Caipirinha yapmak için iki kilo limon, füme etler, sosisler, hediyelik kahve, parmak arası terlik vs., 126 real tuttu, kredi kartı ile ödedim.
Eve dönüşte Can uyumuş.
Olivia'ya teşekkür ettik, bir de 5 euro verdik, sevindi.
Sabah erkenden kalktım, Neşe'nin tüm itirazlarına karşın (mayoları kaldırdım, havlular kurumaz, vs.) sahile gidip son bir kez okyanusa daldım.
Sabah saat 7 de bir seyyar kahveci, nefis bir reggae çalarak sessiz sokaktan geçiyordu.
Burada her köşede bizim ayakkabı boyası kutuları gibi suntadan çakılmış, ince uzun , tekerlekli kahveci arabaları var. İçinde termoslarla kahvenin yanı sıra mutlaka bir müzikçalar ve önüne yerleştirilmiş kocaman hoperlör mevcut.
Paso müzik yayını yapıyorlar
Kahveciyi durdurup çalan müziği sordum.
Benimle hiç ilgilenmedi, 'Kahve almıycaksan beni meşgul etme' havasında otobüs durağına doğru yoluna devam etti.
Evde yine ayaküstü kahvaltı ettik. Uçağımız akşamüstü olduğundan evden çıkmadan belki karşılaşamayız diye George ve Lucia ile vedalaştık, videolarını çektim.
George Portekizce konuştu. Lucia'nın söylediğine göre "Bu couchsurfing çok ilginç bir şey, belki de dünya barışı bu yolla gelecek" minvalinde kendine yakışır tarzda, politik bir konuşma yapmış.
Lucia ile sanki birbirimizi yıllardır tanıyor gibi olduğumuz konusunda hemfikir olduk.
Benim bu konudaki korteks teorime göre birbirine benzeyen insanlar dünya üzerinde sanki beynin korteksi(zarı) gibi bir katman oluşturuyor ve aynı sinir hücrelerinin ta uzaktaki bir hücreye akson atması gibi birbirleriyle bağlantı kuruyorlar, bir ağ oluşuyor.
Bu yüzden birbirinden çok uzak yerlerde yaşayan arkadaşlarımız bizden bağımsız olarak birbirlerini tanıyor ve iyi anlaşıyorlar.
Otobüsle son kez hediyelik vs almak için Pelorinho'ya gittik.
Realimiz bittiğinden 20 euro daha bozdurdum. Mercado Modelo'yu ve önündeki açık hava pazarını bu sefer daha detaylı gezdik, ıvır zıvır aldık.
Benim İzmir'de Yeni Karamürsel'in önünde işportadan 5 liraya aldığım Brezilya formalarının aynısı 30 liraya satılıyordu. Öğlen yemeğini yine güzel bir halk tipi lokantada yedik.
Ufak meydana atılmış masalarda ben peixa (peyşa=balık) mouqeca (8), Neşe Beef Milanese (6.5) yedi. Yanında getirdikleri garnitür, salata, pilav vs ile sofra doldu, toplam 19,5 real hesap geldi.
Saat 2 de eve döndük, Lucia bizi havaalanına götürmek için dönmüş.
Havaalanı uzak ve çantalar ağır olduğundan bu çok makbule geçti.
Gelirken de havaaalanında Andrea karşılayıp şehre getirmişti. Couchsurfing harika bir şey!
Havaalanında gümrükten ve bagaj kontrolünden geçmek için 1 saatten fazla bekledik.
Uçakta Can rahat yatsın diye ben arkalarda bir koltuğa geçtim.
Yanındaki boş koltuğa oturduğum Thomas önce bozuldu, sonra yol boyu güzel sohbet etik.
Almanya'da tanıştığı Brezilya'lı kız arkadaşını ziyaret için gelmiş, dönüyormuş.
Condor'un servisi yine iyiydi. Uyku ilacımı Thomas'la paylaşmama rağmen, deliksiz uyudum.
Hatta Frankfurt'ta da uyumaya devam ettik, Can çantalara göz kulak oldu.
Frankfurt Havaalanında 5 saat beklememiz gerekiyordu.
Uykumuz açılınca vakit geçsin diye dışarı Almanya'ya çıktık, havaalanının karşısındaki Mc Donalds'ta kahve içtik.
Çok soğuktu, hemen geri içeri girdik.
Dönüş uçağımız Sunexpress'de vakitlice kalktı, sorunsuzca İzmir'imize döndük.
Trenden atılan taşın hemen düşmeyip bir süre treni takip etmesi gibi, ben de döndükten sonra üstüste yedi gece daha rüyalarımda gitmeye devam ettim.
İlk gece Süpermen gibi havadan Brezilya sahillerini seyrettim, plajların üzerinden kilometrelerce uçtum.
İkinci gece İzmir'in yüzyılın başındaki halindeydim, Pasaport'ta arnavut kaldırımlarında dolaştım.
Üçüncü gece Las Vegas'ta kumarhaneler turu yaptım.
Dördüncü gece Eski Doğu Almanya'daydım.
Beşinci gece yine Salvador'a döndüm, Lucia'larla bir gün daha geçirdim.
Altıncı gece en heyecanlısıydı; Irak'ta bir Amerikan üssünde Irak adına casusluk yapıyor, üsten çaldığım parçaları birleştirerek Irak için uçak yapmaya çalışıyordum.
Son olarak yedinci gece paraşütle atladığım Amazon Ormanları'nın ortasında Mimar Sinan'ın yaptığı bir kemeri seyrediyordum.
Yattığın yerden bilet almadan gezmesi çok zevkliydi ama ne yazık ki sekizinci gece durdum.
...
Biz Brezilya'yı çok sevdik, yine bilet bulsak, yine gideriz.
Bu Kıbrıs'ı saymazsak Can'la çıktığımız ilk yurtdışı gezisi olduğundan başta biraz tedirginlik yaşadık ama Can ilk günkü uyarımdan sonra şartlara iyi uyum sağladı, bize en ufak bir sorun yaşatmadı.
Bu seyahatin en büyük kazancı da bu oldu.
Uçak (3x 780) 2300 €
Harcama 650 $
10 gün toplam masraf 2850 €
Kitap: Murat Belge, Başka Kentler Başka Denizler II
Müzik: Caetano Veloso, Elis Regina, Bob Marley, Ümmü Gülsüm
Brezilya'dan tarantula transferi:İzmir'e döndükten iki gün sonra Neşe beni yatak odasına çağırdı. Yatak odasının banyosunda avuç içi kadar kıllı bir örümcek vardı.
Önce öldüreyim demiş, sonra korkup bana seslenmiş.
Daha önce hiç görmediğim bir tür olduğundan fotografını çekip zarar vermeden bir kavanoza aldım, ve internetten bulduğum araknoloji ile adreslere durumu anlatan birer mail attım. Geceyarısından sonra attığım maile hemen yanıt veren Araknoloji Derneği Başkanı, genç ve heyecanlı biyolog, Kadir Boğaç Kunt oldu. Sabah ilk iş İzmir'deki bir doktora öğrencisini gönderip işyerimden hayvanı aldıracağını söylüyordu. Örneği sabah işyerime götürdüm. Muayeneye gelen çocuklar çok ilgilendiler. Gerçekten de saat 9 da bir genç gelip kavanozu aldı.
Ertesi gün bir iki devlet üniversitesinden daha örneği kendilerine kargo ile yollamamı isteyen yanıtlar geldi.
Kadir Boğaç Kunt'tun örneği inceledikten sonra bana yazdığı maili de ilginç bulduğumdan buraya alıyorum:
Merhaba Bora Bey,
Oncelikle ilgi ve paylasiminiz icin cok tesekkur ederim. Ornek dun sabah sularinda elime gecti. Ne yazik ki yari olu vaziyette. Yasatabilmek icin elimden gelen tum cabayi sarfediyorum. Cok usumus ve trake sisteminde mantar enfeksiyonu gelismis.
Tahmininiz dogru cikti. Yerli tarantula turlerimizden degil. Turkiye'de dagilim gosteren Chaetopelma olivaceum ve Chaetopelma concolor adli iki tarantula turumuz var. Bir ucuncusunun varligindan supheleniyoruz. Belki odur diye heyecanladim ama olmadi.
Sizden aldigimiz ornegi ben teshis etmeye calisacagim. Lakin sayet basaramazsam (teshis icin ornegin ergin erkek ya da disi olmasi gerekiyor ve kuvvetle muhtemel ornek subadult, bu da teshisin beni asmasina sebebiyet verecek) tarantulalar uzerinde uzman Ingiliz bir meslektasima (Dr. Richard Gallon) gondermeyi dusunuyorum.
Tur tayininden sonra izniniz olursa vakayi case report olarak Acta Parasitologica Turcica'da yayinlamak istiyorum. Elbette sizin de isminizle birlikte. Lakin bunun icin biraz daha ayrintiya ihtiyacim var. Bazi sorularima yanit verebilmeniz mumkun mu acaba?
1. Hangi tarihler arasinda Brezilya'daydiniz?
2. Hangi sehir? Otel adi? Odaniz kacinci kattaydi? Otel ve cevresinin bir fotografi mevcut mu elinizde acaba?
3. Hangi hava yollari ile seyahat ettiniz? Seyahat esnasinda yaniniza aldiginiz bir el cantasi mevcut muydu?
4. Tarantulayi seyahatten dondukten ne kadar zaman sonra evinizin neresinde tespit ettiniz? Tepkiniz ne oldu?
Bu sorular ilk etapta aklima gelenler.
Bora bey sayet yayinlamayin ya da yonelttiginiz sorular benim mahremimdir, afise olmak istemiyorum derseniz (-ki bu dogal hakkinizdir) bunu anlayisla karsilar ve saygi duyarim. Bu durumda sizden sadece tarantula ornegini Araknoloji Derneginin muzesine kaydetmek ve icabi durumunda teshis ettirmeye yurt disina yollamak icin izin isterim efendim.
Cevabinizi sabirsizlikla bekledigimi ifade eder, saygilar sunar, kolayliklar dilerim
Süper bi seyahat olmuş bu. Milli çapkınımız Can da küçük yaşta ortalığı toza dumana katmış vallahi, belli ki zenci fıstıklarla arası şimdiden çok iyi :D
YanıtlaSilDurmak yok, yola devam :)
Yazılarınızı dört gözle bekleyip ,bir solukta okuyoruz..Her zamanki gibi süper bir yolculuk olmuş..Ailecek nice seyahatlere..
YanıtlaSilAman Allah'ım, kimse tutmasın beni ağlamak istiyorum sayın seyirciler!
YanıtlaSilHem bol fotoğraflı, hem de uzun bir yazı güncellenmiş!
ve süper olmuş.
teşekkürler.
(e halk ne zamandan beri bekliyordu dr bey, ara biraz uzamadı mı sizce de =) )
Evet bu sefer yazmak zor geldi,ısrarlar üzerine yazmak zorunda kaldım bile denebilir:)
YanıtlaSilBeğenisini gösteren herkese teşekkür ediyorum.
Küçük bir Sandaletli Seyyah yetişiyor. Ailece süpersiniz valla :) En kısa zamanda görüşmek dileğiyle.
YanıtlaSilYa şu kış mı, ne idüğü belirsiz boz bulanık havada nasıl iyi geldi bu seyahatiniz. Can çok şeker.
YanıtlaSilBu internet ne muhteşem değil mi, taksicinin okuduğu romanı hemen araştırabiliyorsunuz. Ben de hiç bilmediğim bir şarkıcı İstanbul'a konser vermeye gelecekse hemen imeem'e girip, şarkılarını dinler, tanışırım.
Kiralık aracın alkolü bitince benim de ilk aklıma gelen içkilerinizden boca etmek oldu:)
Bu arada şu araba lastiğinden hulahopla yukarı çektikleri köpüğün sistematiği ile ilgili bilgi verebilir misiniz? Lastik köpüklü suyun mu içinde? O kadar büyük köpük nasıl oluyor ya?
Tokyolu Seyyah olarak değiştirelim başlığı! Hihih :) Her zamanki gibi enfesti yazı ve fotoğraflar... Allaam beni de tez zamanda yollara düşür ahh ahh :/
YanıtlaSilAslı kamyon lastiğini ortasından sagittal olarak ikiye kesip(halkavi bir leğen olmuş yani) içine sabunlu su doldurmuşlar.
YanıtlaSilHulahupu batırıp kaldırıyorsun, kocaman bir sütun oluyor.
Sunthing yollara düşmek için bugün bir fırsat var: almanya saatiyle 11de Condor Air uzun ve kısa uçuşlarda yeni bir kampanya başlatıyor (Bir saat sonra, uzunlar 199 euro)
Okumaktan cok zevk aldigim, bol kahkalha attigim ve de coookk ozendigim bir yazi olmus.. Cok tesekkurler paylastiginiz icin.
YanıtlaSilCan'a ve esinize selamlar..
Tek kelimeyle harikasınız. lütfen yazmaya devam edin...
YanıtlaSilBelki aynı yolları bizler de izleyebiliriz ;)
selamlar,
Zorunlu dışında keşfetmeye sırtını dönmüş bir toplumun sizden öğreneceği çok şey var. Can, yaşadığı tecrübelerin ona kattıklarıyla ufku geniş, dünya vatandaşı bir çocuk olarak büyüyecek. Sizi keyifle izliyorum.
YanıtlaSilBritanya'ya yolunuz düşerse beklerim.
Alim Erginoglu
www.alimrachel.blogspot.com
Blogunuzu takip ediyorum. Benzer frekanstaki insanların anlaşabildiğine ilişkin görüşünüze de şiddetle katılıyorum. Özellikle Can'a ilişkin yorumlarınızı ve yaklaşımlarınızı, gazozunu alması için onu yalnız göndermenizi mesela, çok beğeniyorum. Nice keyifli seyahatler.
YanıtlaSilhttp://sidikasaka.blogspot.com/
valla süpersiniz nasil korkusuzca birde cocukla yapiyosunuz bu gezileri hayret ettim dogrusu yazilarinmizi okumaya devam edecegim sevgiler
YanıtlaSilher fotoğrafta aynı gülümseme var milim sapma yok:))))
YanıtlaSilçok güzeldi. inş uzun ara vermezsiniz yeni seyahatler için. yazı hemen bitmesin diye 3 bölümde okudum:) seyahat konusunda idolümsünüz. her şeyi yiyip içebilmeniz çok avantaj sağlamıştır. coachsurfing (yanlışmı yazdım ki) ne güzel bişiy tabi cılkı çıkmazsa:)
nasıl güzel geldi bu yazı şimdi... yeni okudum, daha önce fotolara baktım ama okumayı özellikle bırakmıştım, hani zamanı vardır, hissede hissede, s,nd,re sindire okuyayım diye. o gün bugün oldu, pırıl pırıl havada, bahara bu yazıyla adım atmak süper oldu...
YanıtlaSilbu tarantula hikayesini yeni eklemişsiniz
YanıtlaSilsao paulo-rio de jeneiro-salvador şehirlerinin yerini karıştırmış olailir misiniz? hem karayoluyla rio de jeneiro dan gelenlerin yolda tam tersi mesafadeki sao paulo da gecelediklerini söylemişiniz hem daha sonra sao paulo'nun diğer iki şehir arasında kaldığını yazmınız. sanırım güneyden kuzeye, sao paulo-rio de jeneiro-salvador şeklinde sıralanmalı şehirler.
YanıtlaSilonun dışında yine enfes bir yazı olmuş. aslında devlet youtube'dan önce sizin günlüğünüzü kapatmalı bence. işimiz, sınavımız varken biz harıl harıl anılarınız okuyoruz: )) neşe hanıma ve can'a selamlar...